MySpace Codes .

   
  kronolojik
  Feodal Toplum
 

 

FEODAL TOPLUM
 
Feodal toplumda üretim ilişkilerinin temelini; senyörün (derebeyin) toprak üzerindeki mülkiyet hakkı ile, serf (toprak işçisi) üzerindeki sınırlı mülkiyet hakkı oluşturuyordu. Tüm üretimin nesnel amacı ise senyörlere rant ödenmesiydi. Bu rant senyörün, ailesinin ve hizmetçilerinin kişisel gereksinmelerini karşılıyordu. Köylülerin (ve zanaatçıların) gereksinmelerinin karşılanması, senyör açısından üretimi sürdürmek ve feodal işletmeyi yaşatabilmek için gerekliydi.
Tamamen köylü emeğinin sonucu olan ürün üç kısma ayrılıyordu:
1.          Senyörün kendine mal edindiği kısım
2.          Köylü ve ailesinin geçimi için gerekli olan kısım
3.          Emek üretkenliğinin yükselmesi ile beslenmek için gerekli asgari miktardan fazla olarak köylünün elde edebildiği ortak ürünün bir kısmı
Son iki kısım gerekli ürünü, birinci kısım ise artı ürünü oluşturuyordu.
 
FEODALİZMİN OLUŞUMU
Yaklaşık olarak 5. yy ile 11. yy arası feodalitenin başlangıçtaki biçimlenme (Yukarı Ortaçağ) dönemidir. 5. ve 6. yy’larda büyük toprak sahipleri topraklarının bir kısmını küçük tarlalar halinde yoksul köylülere veriyorlardı, karşılığında köylü ürünün bir kısmını veriyor ve onun hesabına belirli bir iş yapıyordu. Tarla ilk zamanlar belirli bir süre için, zaman içinde yaşam süresince verilmeye başlandı. Bazen de tasarruf hakkı babadan oğula geçebiliyordu. Bu ‘PRECES’ sistemi idi.
Feodal sistemin ilerlemesiyle toprak ilişkilerinde de bir alt üst oluş yaşandı. Bu dönemde toprak artık özel mülk olarak verilmiyordu. Egemen sınıfın temsilcileri ancak kendi topraklarında silah altına alınan birliklerin başında kralın ordusuna hizmet etmek koşuluyla malikane veya yurtluk denilen topraklara sahip olabiliyorlardı. Mülkiyetin bu koşullu biçimine ‘GEDİK’ deniliyordu. Gedikler miras konusu olamıyor ancak yaşam boyunca veriliyordu. Askeri görevler yerine getirilmez ise bu topraklar geri alınıyordu.
Bu sistem de 9. ve 10. yy’lar boyunca değişikliğe uğradı ve askeri gedik kalıtsal nitelik kazanarak, ‘FRANC-ALLEU’ denilen biçime dönüştü. Artık bütün toprak sahipleri daha güçlü bir senyör (Metbu) karşısında bağımlılığı kabul etmek ve kendisini onun vasalı ilan etmek zorundaydı. Vasal senyöründen bir yurtluk alıyor ve silahlarını onun hizmetine veriyordu. En yukarıda ise kraldan başka metbu tanımayan feodaller bulunuyordu.
Zamanla demir işletmelerinin yetkinleşmesiyle ağır ve hafif sabanlar ve tarım aletleri yaygınlaştı. Bu durum üretkenliğin artmasına yardım etti. Üç yıl süreli almaşık ekim giderek yaygınlaşıyordu. Bağlar genişliyor ve buna bağlı olarak üzüm sıkmacı yetkinleşiyordu. Bu dönemde başka yeni tesisler, özellikle yel değirmenleri ortaya çıktı. Yine bu dönemde zanaat mallarına olan gereksinmeler ise yerel üretimle karşılanıyor ve istisnalar dışında kendi yöresinde tüketiliyordu. Köylü emeğinin üretkenliği arttıkça ve tarım tekniğinin düzeyi yükseldikçe senyörler de üretimin ağırlık merkezini köylü işletmelerine kaydırmayı daha karlı bulmaya başladılar. Böylece feodal rantın ikinci biçimi olan ayni rant ortaya çıktı. Fakat Yukarı Ortaçağ’da angarya, yükümlülük ödemenin en yaygın biçimiydi, ayni rant ise bir istisna oluşturuyordu. Kentlerin gelişmesi sonucu rantın para olarak ödenmesi birinci derecede önem kazandı. Artık senyör kendi yurtluğunda üretilmeyen nesnelerle ilgileniyor ve onları satın almak için serflerden para sağlaması gerekiyordu.
Feodal üretim tarzı, her ne kadar çalışan çoğunluğun egemen azınlık tarafından sömürülmesine dayanıyorsa da, serfin küçük bir ekonomisinin olması ve bu yüzden emeğinin sonucuna ilgi duyması feodal toplumun üretici güçlerinin gelişmesini sağlıyordu.
 
FEODALİZMİN GELİŞME ÇAĞI
Kesin olarak kurulmuş feodalitenin (yaklaşık olarak 11. ve 16. yy’lar arası) niteleyici yönü kentlerin zanaat ve ticaret yığınakları, ticari üretim merkezleri olarak hızla ilerleyişidir. Bu dönem tarımla zanaatın birbirinden ayrılmaya başladığı bir dönemdir. Birçok köylü senyöre ayni rantı yalnız tarım ürünü olarak değil zanaat eşyası olarak da ödüyorlardı. Tarım aletleri zaman içerisinde yetkinleşti, özellikle demir saban çok yaygınlaştı. Bağlar, meyve bahçeleri, sebze ekimi yaygındı. Artık köylü ailesi zanaata daha fazla zaman ayırabiliyordu. Bu da uzmanlaşmanın gelişmesi demekti. İlkin demircilik ve çömlekçilik dalları oluştu. Su değirmenlerinin yaygınlaşması üretimin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Yünlü kumaş üretimi arttı. Her gün, daha fazla köylü uzman zanaatçı haline geliyordu. Tarım köylünün tek geçim aracı olmaktan uzaklaşıyordu. Uzmanlaşmanın ilerlemesiyle zanaatçı gittikçe daha sık olarak ürününü sürmek ve gereksinimi olan şeyleri satın almak için pazara gitmeye başladı. Zanaatçı meta üreticisi haline geliyordu.
Zaman içinde pazarların yetersizliği nedeniyle köylerden kaçan ya da senyörlerinin (para karşılığı) izniyle ayrılan köylüler zanaat eşyasının daha kolay satılabileceği, ham madde kaynaklarına yakın, aynı zamanda güvenlikli yerler arıyorlardı. Bu yerleri kralların, prenslerin ve piskoposların konutlarının duvarları altında, büyük yönetsel merkezlerin yakınlarında buluyorlardı. Köylerinden ayrılıp giden köylüler yük boşaltıcılık, kayıkçılık ve mavnacılık yapabilecekleri ve ürünlerini kolayca satabilecekleri, kervanların mola verdikleri yerlere, kara yolları ve nehir yolları kavşaklarına yerleşmeye çalışıyorlardı. Böylece köylüler yavaş yavaş feodal boyunduruktan kurtuluyorlar, ticaretin ve zanaatin merkezi haline gelen kasabaları büyütüyorlardı. Zanaatin gelişmesiyle beraber yeni bir tabaka olan tüccarlar tabakası da ortaya çıktı. Eskiden zanaatçı kendi ürününü kendisi satarken artık tacirler zanaatçıdan ürünü satın alıyor ve pazarda daha pahalıya satıyordu. Kırsal bölgelerden kaçan köylüler kendi topluluk ilişkileri, töre ve adetlerini her yana yayıyorlardı. ve bu dönemde ortaya çıkan belediyeler geleceğin kentlerinin çekirdeğini oluşturuyordu. Belediyelerin en önemli etkinliği zanaatçılığı, ticareti ve nüfusun bir bölümünün çalıştığı tarımı komşu feodallere karşı savunmayı düzenlemesiydi. Belediye yönetimi altında yavaş yavaş meslek loncalarının temelleri de atılıyordu. Belediye yönetimince seçilmiş organlar senyörün delegeleri ve kralın görevlileriyle birlikte çalışıyordu. Kentte en yüksek organ, seçimle gelen meclisti; bu meclis milis kuvvetlerini seferber ediyor, zanaatı denetliyor, gerekli kararları yayınlıyordu. Daha sonraki süreçte ise kentlerdeki iktidar ‘PATRİSYENLER’ (aristokrasi) denen kent halkının en zengin bölümünün eline geçti. Patrisyenler;belediye topraklarındaki mülk sahiplerini, büyük tüccarları, tefecileri ve kentte oturan küçük feodalleri içine alıyordu. Halk kitleleri ise zanaatçılar ve ailelerinden oluşuyordu.
Köylü gibi zanaatçı da bir küçük üretici idi. Kendi üretim aletlerine sahipti, kendi işletmesinde kendisi çalışıyordu ve kar elde etmek değil, yaşamını kazanmak istiyordu. Ortaçağ zanaatçıları, aynı meslekte çalışan zanaatçıları bir araya toplayan loncaları oluşturuyorlardı. Loncalar, karşılıklı yardımlaşma amacıyla kurulan meslek birlikleriydi; üretimi ve ayrıntılarını düzenlemenin yanında dinsel görevleri de yerine getiriyorlardı. Kentte bir kimse eğer bir lonca üyesi değilse herhangi bir mesleğe giremezdi. Loncalar ve uyguladıkları önlemler başlangıçta zanaatçılara yardım ederek olumlu bir rol oynarken zamanla ekonomik ilerlemeyi durduran bir engel haline geldiler. Meslek sahipleri her türlü yeniliğe ve teknik yetkinliğe karşı koyuyorlardı. Bir tür feodal hiyerarşi zanaat örgütünü düzenliyordu: USTA, KALFA, ÇIRAK. Ustalar yavaş yavaş ayrıcalıklı bir grup oluşturdular. Her kalfaya ustalığa geçme hakkı verilmiyordu. Loncaya kabul edilmek için üstün nitelikte bir nesne, bir şaheser yapmak gerekiyordu. Kısaca artık ustalığa geçmek iddiasında bulunmayan bir kalfalar sınıfı vardı; bunlar, birlikler, kardeşlik dernekleri kurarak ortaklaşa haklarını savunuyorlardı. Kalfalar, iflas etmiş zanaatçılar ve öteki yoksul kentliler, yavaş yavaş tüccarlar, tefeciler, varlıklı zanaatçılar ve feodal aristokrasi gibi zenginlere karşı duran kentlerin yoksullar sınıfını oluşturdular.
Emekçi yığınlar üzerindeki egemenliğini sağlamlaştırmak için, feodal senyörler sınıfı, ekonomik sömürü siyasal köleleştirme ile yetinmiyordu. İdeolojik etki en iyi silahlarından biriydi. Ve feodal toplumun ideolojisinde kesin rol, dine ve kiliseye düşüyordu. Yeryüzünde çekilen acıların ödülü olarak göklerde mutluluk vaat ediliyor, halk yığınlarını senyörlere karşı savaşımdan saptırmak için halka bilinçli olarak yumuşak başlılık ve boyun eğme aşılanıyordu. Ortaçağ’ın bütün uygarlığı, dinin ve kilisenin derin damgasını taşıyordu. Fakat idealist ve dinsel öğretilerin (Avrupa’da Hıristiyanlık, Asya ve Afrika’da Müslümanlık ve Budizm vb.) ideolojik egemenliği, karşıt akımları ortadan kaldıramıyordu. Baskılara ve kovuşturmalara karşın, Ortaçağ toplumunun ilerici öğeleri materyalist fikirleri kullanıp yararlanmaya çalışıyorlardı. Katolik tanrı bilimciler antikçağın bazı idealist filozoflarına ve anlamını bozdukları Aristoteles öğretisine dayanarak Ortaçağ’ın dinsel anlayışlarını hazırlarken, Arap düşünürler ise (en başta İbni Sina ve İbni Rüşt) antikçağın materyalist anlayışlarını, özellikle Aristoteles’in materyalist öğelerini Ortaçağ anlayışlarına sokmaya yardım ettiler. İbni Rüşt’ün görüşleri Demokritos’un görüşüne çok yakındı. İbni Rüşt maddede bir nesnel gerçeklik ve atomlarda ise maddi parçacıklar (partiküller) görüyordu.
Feodal sömürü, köylülerin ve zanaatçıların sert direnişlerine neden oluyordu. Emekçi yığınların feodallere karşı yürüttüğü sınıf savaşımının kökeninde, küçük işletmenin ekonomik bağımsızlığı ile üreticinin emeğinin bir bölümünü vermek zorunda olduğu feodal senyör ile ekonomi dışı bağımlılığı arasındaki çelişki vardır. Emekçilerin başkaldırıları, feodal toplumun üretici güçlerinin ilerlemesine katkıda bulundu. Fakat isyancıların örgütten yoksun oluşları, köylü çalışmasının özel çalışma koşullarının sonucu olan dağınıklıkları, deneyimli önderlerinin bulunmayışı vb. sebepler isyanları yenilgiye götürdü. Bu savaşımın biçimleri, tarihsel somut koşullara, üretim ilişkilerinin biçimlerine, siyasal kurumların niteliklerine bağlı bulunuyordu. Ancak feodalitenin toplumsal bir biçimlenme olarak dağılıp parçalanması sırasında, emekçilerin sınıf savaşımı, düzenin temellerini yıkabildi.
 
KAPİTALİST İLİŞKİLERİN DOĞUŞU
Ortaçağ’ın son dönemi 16. yy’da başladı. Bu dönemde üretici güçlerin gelişmesi öyle bir düzeye vardı ki, kapitalist ilişkiler feodal ekonominin bağrında boy vermeye başladı. Bu süreç üretim alet ve araçlarına sahip olan burjuvazi ve bu araçlardan yoksun olduğu için emek-gücünü kapitaliste satmak zorunda olan proletaryayı (işçi sınıfını) doğurdu.
14. yy’da eskiden akıntının içine yerleştirilerek devindirici güç olarak kullanılan sudolabı, suyun düşmesi ile devindirilen kanatlı çarklara başvurularak geliştirildi ve verimi büyük oranda arttı. 15. yy’da yüksek fırınların icadından sonra, yetkinleştirilmiş su dolabının yardımıyla mekanik körükleme (eskiden el körükleriyle maden sadece macun kıvamına getirilebiliyordu) yöntemi ortaya çıktı. Artık madenler sıvı duruma getirilip dökümü yapılabiliyordu. Böylece çelik imalatına başlandı ve bütün bunlar alet ve avadanlıkların yetkinleşmesini sağladı. Çıkrıklar, tornalar, perdahlama aletleri delgi makineleri ortaya çıktı. İlkel dokuma tezgahlarının yerini yetkinleşmiş yatay tezgahlar aldı. Madeni parçalar, gemi yapımının yetkinleşmesini ve uzun yolculuklara uygun olan büyük tonajlı gemilerin denize inmesini sağladı. Pusula son derece yetkinleşmiş ve matbaa icat edilmişti.
Ticari amaçlarla yapılan üretimin nispeten yüksek düzeyi, büyük servetler, bazı kişilerin, tüccarların, tefecilerin vb. elinde toplandı. Bu sermayenin ortaya çıkışının ön koşullarından biri oldu. İkinci elverişli koşul, kişisel olarak özgür, fakat üretim ve dolayısıyla geçim araçlarından yoksun bireyler yığınının varlığıydı. Bu ise feodal soylular ile doğmakta olan burjuvazinin, emekçi yığınları zorla mülksüzleştirmesinden ileri geliyordu.
Sanayide kapitalist üretimin gelişmesinin ilk evresi basit elbirliğidir. Artık ücretli işçi haline gelen çok sayıda üretici, doğrudan kendi hesabına değil, çoğu kez tüccar, aracı, tefeci ya da zenginleşmiş zanaat ustası hesabına çalışıyordu. Bu kapitalist atölyelerde henüz işbölümü yoktu, işçilerin hepsi aynı işlemi yapıyordu. Yinede elbirliği emeğin üretkenleşmesini sağlıyordu. Daha sonraki aşama ise genellikle tüccarların hakim olduğu, üreticinin atölyede değil evde çalıştığı dağınık manüfaktür sistemidir. Doğallığında bundan sonraki aşama ise; işverenin iş aletlerini, avadanlıkları ve hammaddeyi satın aldığı ve birçok üreticinin çalıştığı geniş atölyelerden oluşan merkezi manüfaktür sistemidir. Tüm bunların yanında keşfedilen ve sömürgeleştirilen toprakların yağmalanması da ilkel sermaye birikimine katkı sağlıyordu.
Kapitalist ilişkilerin ilerlemesi var olan halklardan başlayarak, ulusların oluşmasını sağladı. Bu, ekonomik birliğin ve devletlerin siyasi merkezileşmesinin sonucuydu. Kapitalist ilişkilerin ilerlemesi, feodal soyluları, kendi sınıf egemenliklerine yeni bir biçim vermek zorunda bıraktı. Bu mutlakiyetçi feodal monarşiydi. Feodal senyörler sınıfı, üretimdeki ilerlemeyi kendi çıkarları için kullanmaya bakıyordu. Ekonomik evrim, belli bir noktaya dek soylularla burjuvazi arasında, soyluların egemen durumlarını korudukları bir ittifakı zorunlu kılıyordu.
14. ve 15. yüzyılda İtalyan kentlerinde kapitalist ilişkilerin hızla gelişmesi, ideoloji alanına yansıdı ve Rönesans’ı doğurdu. 16. ve 17. yüzyıllar bilimler için büyük bir dönüm noktası oldu. Dinin dogmalarına karşılık, deneyimlere dayanarak doğanın incelenmesine başlandı. Bu dönemin devleri arasında ressam, matematikçi ve mühendis Leonardo da Vinci ile ressam ve heykelci olan Michel-Ancelo Buanarotti de vardır. Rönesans’ın öncüleri kendi akımlarına Hümanizm adını verdiler. Ama yükselmekte olan kapitalizmin bu ideologları, aşırı derecede bir bireyciliği ve ne pahasına olursa olsun kişisel başarıya ulaşma isteğini övmekteydiler.
İlerlemekte olan üretici güçler, çökmekte olan feodalitenin üretim ilişkileriyle gittikçe keskinleşen bir çelişki içine girdiler. Ama kapitalist ilişkiler, feodalitenin siyasal kurumları, en başta feodal devlet saf dışı edilmeksizin, kendilerini kesin olarak kabul ettiremezlerdi; bu saf dışı etme işi ise barışçıl yöntemlerle olamazdı. Bu yüzden feodal siyasal rejimin devrim yoluyla ortadan kalkması, toplumsal gelişmenin bir zorunluluğu idi.
Burjuvazi kuzey eyaletlerinde daha iyi örgütlenmişti. Bu yüzden burjuvazinin temsilcileri, 1579’da Utrech birliğini kurduktan sonra zaferi elde ettiler. ”Birleşik krallık” ya da Hollanda, yeni ortaya çıkan ve kesin olarak 1609’da kuruluşunu tamamlayan devlet, Avrupa’da ilk burjuva cumhuriyet oldu. İlerici anlamlarına karşın, Hollanda devrimi ve onu izleyen burjuva devrimler, insanın insan tarafından sömürülmesini ortadan kaldırmıyordu. Ancak, feodal soyluluğun egemenliği yerine, burjuvazinin egemenliğini getiriyordu.
Hollanda devriminin asıl yaratıcıları halk yığınlarıydı. Bu, başarı sağlamış ilk burjuva devrimdi. Ama, Avrupa olaylarının daha sonraki evrimi üzerindeki etkisi sınırlı oldu. 16. yüzyılın ortalarında İngiliz burjuva devrimi ve özellikle 18. yüzyılın sonunda Fransız Devrimi, tam anlamıyla burjuva düzeni çağını açtılar.
 
  Bugün 9 ziyaretçi (11 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol